Çarşamba, Şubat 25, 2009

Tuhaf bir acil vakası

Geçen cumartesiydi; bitsin diye evden çıkmadığım bir işin final hamlesini yaparken artık, rengarenk fırıldaklar dönmeye başladı gözümün önünde. Ansızın, hiç sebep yokken. Üzerine gitmedim, aklı karışıktır, bir su içeyim de öyle bakayım, dedim. O fırıldak döndü, döndü, bir süre sonra sadece o fırıldak dönebilir oldu. Az sonra karşımdan bana bakacak soru işaretini saymazsam, son gördüğüm canlılık emaresi bu fırıldaktı.
Acil servise hasta yetiştirir gibi, üzerime bir şeyler geçirip taksiye atladım. Geldiğimizde saat 6'ya beş vardı, kepengi üzerime indirdiler, halden anlayarak derdimi söylettirdiler. Masanın üzerine çıkarıp koyduğumda hâlâ sıcaktı.
İlk müdahalede ne yapsalar olmadı, içini göstermedi, fırıldakların müsebbibini ima bile edemedi. Beni tanımıyormuş gibi, kimseyi tanımıyormuş gibi, sanki bu dünyada hiç var olmamış gibi durdu karşımızda.
Arada kendime mani olamayıp soruyordum: Nasıl? Kurtulacak mı? İhtimal kaç? Tıbbın bütün imkânlarını kullanacaklarına söz verip beni eve yolladılar. Elimde bir kağıt, boş çanta ve dolu gözlerle çıktım.
Hâlâ bitkisel hayatta... Diyorlar ki "Kendini hazırla, belki de bir daha asla hatırlamayacak seni."
Onun unutmasıyla, benim unutmam bir değil. Ama onun hatırlamasıyla benim hatırlamam da hiç bir değil. Çektiğimi hatırladığım fotoğraflar, çektiğimi unuttuğum fotoğraflar... Yazdığımı hatırladığım yazılar, yazdığım bir daha asla aklıma bile gelmeyecek yazılar... Bu nasıl bir iptila bir yandan? Çok zormuş bu işler...

Cuma, Şubat 20, 2009

Hakiki karasal iklim

Abbasağa'daki Fırın Sokağı bomboş görsem ürkmem, ama natura icabı civcivli, çığlık çıngıraklı, kalabalık, gürültülü, insanlı bir yeri sükunet içinde görmek ürkütüyor insanı. Issızlık batıyor, temkin sinyalini çaldırıyor.
Bir kış günü bir lunaparktan geçtiniz mi hiç? Yaz vakitleri beş saniyede bir insan gırtlaklanıyor sesleri uzaktan ve yürürken rota değiştirmenizi icap ettiren kalabalık yakından, nasıl normal geliyor oysa ki...
Gece vakti Mecidiyeköy'de de böyle bir karasal iklim tezatı vardır. Saat 10 olmadan ana yoldan çatallanan caddeler çıkmaz sokaklaşır. Ara istasyonlarda durmayan ekspres tren misali, otomobillere mahsus bir diyara döner en fazla.
Sirkeci de kılık değiştirir geceleri; tenhalığında daha göze batar az sayıda insan. Gündüz dışarı çıkamayan kaçak Afrikalı satıcılar dökülür seyyar brandalarla. Kırgız mıdır, Özbek midir, çekik gözlü amcalar içi yünlü güderi patikleri salıverirler gece yarısına doğru kaldırımlara. Tuhaf bakarlar yanlarından geçerken. Acele işi olmayanlara, aylaklığın da illegalini yaptıklarından sanki, gündüz ortalıklara çıkmayanlara kalır Sirkeci.
Tabiatı itibarıyla şen insanların suskunluğu da kış vakti lunapark gibidir, gözüne girer insanın, panikletir muhatabı. Bazı insanlar Beyoğlu gibidir, suskunluğundan korkmak gerekir. Her mevsim, her saat ne yapacağı belli olmayan bir Kadıköy haletiruhiyesi daha sağlamdır aritmetiği çıkıyor buradan. Ya da doğrudan ol Menekşe İstasyonu... Temiz...

Salı, Şubat 10, 2009

Vefa İngilizce'de bir semt midir?

Esef verici bir uzaklık olmuş buralardan, hafakanlardan. Sebepsiz neş'e verici bir uzaklıkta olduğumdan belki oralardan. Amerikan turisti gibi gelmesin kulağa, malum o very fantastic halleri... Fonun değişmesi kadar günlük mesainin değişmesi insana iyi gelen. Bir hayat her yerlerde sürüyor, belki sadece bunu hatırlamak, kanlı canlı hissetmek merceğin ayarıyla oynuyor. E, bu da bir şey. Kendi dilimize bir şeyler çevirip döneceğiz.
'Can' nasıl çevrilir İngilizce'ye diye dert edinmiştim bir ara; hatta yazmış mıydım da buralara? 'Vefa'nın nasıl çevrileceği birkaç saati yedi mesela. Sadakat değil, karşılıksız ama illa ki sevgiyle de olmuyor, bir mecburiyet hali de var. Hepsini bir anda anlattığında başka dille işleyen kafalar karışıyor; tek akıllarında kalan Facebook'tan ilkokul arkadaşını bulmak oluyor.
Saatte 120 kilometre esen fırtına nasıl olur bilmiyorum. Bildiğim fırtınaların da ölçü birimine aşina değilim. Mesai çıkışı Sirkeci'deki üstgeçitten akan insanlar hızıyla akıyordu bulutlar bir yandan diğer tarafa. Gökyüzünün de bir hayatı var gibi, sanki, yani. Paris'e fırtına geliyor.
Geldi; atılmış metro biletleri, kapı önlerinde alelacele içilmiş sigaraların izmaritleri çoktan havada, naylon poşetler iki durak sonraya uçmuşlar, ilk camlar az önce indi. Rüzgar evlere girmek isterken inliyor. Barcelona'ya dönecektik daha. Bir tabela daha indi.