Cuma, Ağustos 21, 2009

Ayıların gecesi gündüzü

Daha köye varmamışken, kırmızı yanaklı şoföre "Amca geceleri ayı çıkar mı burada?" diye sordu biri, amca "Ha, ayinın gecesı, günduzı olir mi?" dedi.
Sonra çok ayı hikâyesi dinledik; burnu ayının göbeğine değenler, çenesi kilitlenenler, altına yapanlar, paramparça olanlar. Genç kadın gördü mü tek başına, alıp kaçırması var bir de ayıların. Ne yapıyor onları? Kaçırıp kış uykusuna beraber mi yatıyorlar mağarasında? Mahcup bir delikanlıya mı dönüyor ayı gönlü iyice kayarsa genç kadına? Yoksa uzakta mı parçalamayı seviyor yalnız kadınları?
Tilki, çakal, ayı... Hepsi var, umumiyetle geceleri-gündüzleri de yok. Hiçbirini görmedim, pek yakından çakal duydum sadece.
Biliyorum çıkarlar, parçalar, yutarlar. Ama aslında bilmiyorum. National Geographic gibi biraz kulağımda, sanki karşımdaki köylüden değil, televizyondan öğreniyorum ihtimalleri.
Buraya son yazdığımda da köpekler varmış. Ama o gece ağacın arkasından bir adam fırlama ihtimalinden korkmuştum daha çok. Olabileceklerin sayısını biliyorum. Bildiğim vahşi hayat bu.

Cumartesi, Ağustos 08, 2009

Cohen kokusu

Birden ortalığa boşalan 4 bin kişiyle aynı kaldırımda yürümemek için, o üç saatin üzerine insan görmek, ses duymak istemediğim için, yolu kısaltmak istediğim için bir de, önde üç beş kişinin girişiyle düşünme süremi kısaltarak Maçka Parkı'ndan içeri girdim; saat 12'yi geçmişti. Sağa dönüp biraz ilerlediğimde, hızlı yürüyerek parkın içinde çok fazla ilerlediğimi ve önümde yürüyen kimsenin olmadığını fark ettim. Park objektif değiştirimişim gibi büyüdü gözümde, kocaman oldu. Dışarıda, ağaçların hemen ardındaki çitten sonra gerçekten 4 bin insan yürüyordu ama bağırsam sesim oraya gitmezdi.
Tombala çeker gibi elimi çantama daldırıp düdüğü buldum. Düdük iyidir. Tenhada güvendir, düdüklü bir kadın korkutucudur. Düdük iyidir. Kalabalıkta coşturur, sloganı ritme sokar.
Geri dönemeyeceğim kadar ilerlemiştim, devam ettim, ilerideki çocuk parkından sesler geliyordu, devam ettim, geçtim.
Az kaldı derken, havuzu geçmişken tam, bir, iki, dört derken beş köpek çıktı karşıma. Birinin bakışlarını hatırlıyorum, çok net, beni istemiyorlardı orada. Köpekten korkmam, köpek severim. Ama bir köpek...
Biri üzerime atlayama yeltendi. Yavaşça sırtımı döndüm, bunlar korkunun kokusunu alır, dedim kendime. Havlamaları bir filmden, başka semtteki bir mezarlıktan gelir gibi duyarak, Cohen adımlarıyla gerisin geri yürüdüm. Hızlanmayayım diye içimden "Take this waltz"u söyledim. Köpekler takip etmedi. Üzerimde başka bir koku vardı.
O gece yolumun uzayacağı baştan belliydi.

(Fotoğraf: Muhsin Akgün)

Pazartesi, Ağustos 03, 2009

Küçük parasına büyük

Şimdi yazdığım için kızacak, belki de kızmaz. Küçükken ailecek acıklı bir film izlediğimizde, mesela Hülya Koçyiğit'in kanser olduğu film, benim kardeş televizyona bakarak ağlayamaz, tuvalete koşardı. Sonra tuvaletten hönküre hönküre ağlayışını duyardık, "Yapamıyorum, yapamıyorum" diye... Bir yavuzözkan filmi çağrışmasın, yapamadığı basbayağı büyüğü... En azından iddia o. Adam 4 yaşında.
Çok yavuzözkan diyaloğu havasındayım. Demin acıklı bir film seyrettim, sonunda kadına mı ağladım bilmiyorum. Temin ederim film de yüklü bir miktar.
Şehirlerarası yolda, arkasındaki nasıl bir dört teker olursa olsun ondan daha hızlı gidemeyeceğini bilen bir Murat'ın, bir Reno'nun (bunlar hâlâ var), munis bir sağa kırışı vardır. Çok uzatmadan onu sollayın, acıtmadan geçin ister, yolun sağında yok olmak ister bir başka dört teker onu sollarken. Bunu kendi arzusuyla yapar. Ama yine de bundan gocunmaz, bunu kaderi bellemiş bir kalenderlik vardır halinde. Yalnız kalmak ister kendi hızında. İçinde insan yok gibi hissedersiniz, mekaniğin hissi geçer.
Öyle bir an, o his geldi aklıma.
His alemi karışık. Böyle şeyler derken, Hülya Koçyiğitli filmden atlayıp "büyük abdest" diyen bir doktor da gelebiliyor aynı akla. Hipokrat yeminli koskoca hekimsin, "büyük abdest" ne babaanne gibi? Yerine ne dese, onu da bilmiyorum.
Zaten pek bir halt bilmeden başladım yazmaya.